Toplumsal ilgi, Bireysel Psikoloji açısından oldukça temel bir kavramdır. Alfred Adler’in, “Toplumsal ilgi” kavramını detaylıca ele alarak çoğu görüşünü bu kavrama dayandırması sebebiyle, onun perspektifinden kavramın oldukça geniş olan kapsamını değerlendireceğiz.
Toplumsal ilginin bireydeki gelişim sürecinin çocukluğun ilk yıllarına dayandığını ifade eden Adler, kişiliğin gelişiminin 4-5 yaşlarına kadar büyük ölçüde tamamlandığını belirtirken, bu noktada Freud’un görüşüyle paralel bir gelişim sürecinden bahsetmektedir. Ailenin etkisi, sosyoekonomik ve sosyokültürel şartlar, aile içindeki doğum sırası, fiziksel yetersizlikler Adler’e göre kişiliğin gelişimine etki eden başlıca unsurlardır. Birey bu noktalarda yaşadığı zorluklardan hayata yönelik yanlış manalar çıkardığı takdirde psikotik, nevrotik, suçlu veya sapkın kişilik özellikleri gösterebilir. Adler, toplumsal duygunun engellendiği bir noktada, yalnızca benmerkezci bir tutumun kalacağını, çocuğun ise, ‘neden başkaları için bir şey yapayım ki?’ şeklindeki bir yaklaşımı benimseyip, yaşam sorunlarını bu akıl çerçevesinde çözemediği takdirde duraksayacağını, böylece kolay bir çıkış yolu aramasının kaçınılmaz olduğunu, bunun nedeninin ise zorluklarla savaşmayı güç bulması ve başkalarını incitmeyi önemsememesi olduğunu iddia etmektedir.
Adler bir bebeğin doğum anından itibaren annesi ile bağ kurmaya çalıştığını, tüm davranışlarının bu amaca yönelik olduğunu ve bebeğin işbirliği yapma yeteneğinin ilk olarak bu süreç içerisinde geliştiğini ifade eder. Bununla birlikte yaşamın ilk aylarında bebeğin neredeyse tümüyle bağlı olduğu anne, bebeğine kendisinden başka bir insanla ilk teması ve başka birine yönelik ilk ilgiyi sağlamasından dolayı, bebeğin toplumsal yaşama uzanan ilk köprüsü konumundadır. Annenin bebekle kurduğu bağ, sosyokültürel bilgisi ve yetenekleri toplumsal duygunun gelişiminde belirleyici faktörlerdir. Adler, bir bireyin kalıtım yoluyla geçmiş olabilecek her türlü eğiliminin anne tarafından uyarlandığını, eğitildiğini ve yeniden biçimlendirildiğini iddia eder.
Annenin doğum sonrasındaki rolünün önemine vurgu yapan Adler, insan toplumunun kaderinin adeta kadının anneliğe yönelik tutumuna bağlı olduğunu iddia eder. Kadının bu görevindeki eksikliklerin önemli sorunlara neden olacağını belirten Adler, kadının toplum içindeki rolünün değersizleştirilmesinin büyük bir hata olduğunu, yuva kurma ve ev işlerini yerine getirme gibi görevlerin, ancak kadının ilgi duymasıyla yerine getirilebileceğini ifade eder. Kadının aile içindeki görevini doğru şekilde yerine getirerek faydalı olabilmesi için, bu görevi başkalarının yaşamını zenginleştirebileceği bir sanat olarak görmeye ihtiyacı bulunmakta, bunun için ise kadının görevine değer veren bir toplumun varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer taraftan toplumsal rolünden memnun olmayan bir annenin, çocuklarıyla doğru bir ilişki kurmasını ve görevlerini yerine getirmesini engelleyen yanlış bir bakış açısı ile yaşam hedefi bulunmaktadır. Topluma katkı sağlamak ve görevlerini yerine getirmek yerine kişisel üstünlüğünü kanıtlama eğiliminde olan bu türden bir anne için, çocuğu büyük ölçüde dikkat dağıtıcı ve baş belası bir unsurdur. Adler, yaşamdaki başarısızlıkların nedeni arandığında, problemin temelinde genellikle işlevlerini doğru şekilde yerine getirememiş bir annenin varlığının bulunduğunu ve bunun tüm insanlık açısından ciddi bir tehlike olduğunu düşünmektedir.
Sorunlu bir çocuğun düşünce altyapısı incelendiğinde sıklıkla annesiyle olan ilişkisinde yaşadığı güçlüklere şahit olabiliriz. Ancak benzer güçlükler bunların üstesinden başarıyla gelmiş olan çocukların altyapısı incelendiğinde de karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla çocuğun eylemleri, yaşadığı deneyimlerden ziyade, bunlardan çıkardığı anlamlara göre belirlenmektedir. Bu durum, Bireysel Psikoloji’nin temel görüşü olan, kişiliğin oluşumunda sabit nedenlerin bulunmadığı, ancak çocuğun belirlediği öznel hedefine ulaşabilmek için deneyimlerinden yararlandığı ve bu deneyimleri yaşama bakışının nedenlerine dönüştürdüğü sonucuna işaret etmektedir.
Adler’e göre bir annenin, çocukları, kocası ve toplumdan oluşan üçlü bağa eşit ölçüde dikkatini vermesi gerekir. Babadan başlayarak toplumsal çevreyle çocuğun ilişkisini kurma görevi anneye aittir. Anne yalnızca çocuklarıyla olan bağını dikkate aldığı takdirde onların üstüne fazla düşerek şımartacak ve çocuğun bağımsızlık ve başkalarıyla işbirliği yapma yeteneğinin gelişmesini zorlaştıracaktır. Bu noktada Adler, Freud’un ‘Oedipus karmaşası’ fikrine yol açan oğlan çocuklarının anneye âşık olma, babalarından nefret etme ve onları öldürme eğiliminde bulunma varsayımının, çocukların gelişiminin anlaşılmamasından kaynaklanan bir hata olduğunu, bunun cinsel bir istek olmadığını, annenin dikkat merkezinde olmak ve diğer herkesten kurtulmak isteyen bir çocukta ‘Oedipus karmaşası’nın görülebileceğini, bunun anneleri tarafından şımartılmış ve dünyanın geri kalanına yönelik yakınlık duyguları gelişmemiş olan çocuklarda ortaya çıkabileceğini savunur.
Annenin yalnızca kendisine bağladığı bir çocuğun ilerleyen yıllarda, artık sürekli anneyle yakın olamayacağı bir konuma geldiğinde sorun çıkmaya başlar. Annesinin dikkatini sürekli kendisine vermesini ve yanından ayrılmamasını isteyen bir çocuk, bu amacına ulaşabilmek için kendisini annesinin yanında sürekli güçsüz veya hasta gösterme, işler istediği gibi gitmediğinde ağlama, anne kuzusu gibi davranma veya öfke patlamaları yaşayıp dikkati üzerine çekmek adına asi ve kavgacı olma gibi davranışlar sergileyebilir. Bu konuyla ilişkili olarak Adler, sorunlu çocuklar arasında annelerinin dikkatini çekmek için mücadele eden ve çevreden gelen istemlere direnen pek çok çocuk görebileceğimizi ifade eder.
Adler, baba ile olan yakınlığı anneden daha kuvvetli olan çocuklarda sıklıkla karşılaştığı durumun, annenin çocuğa yaklaşımındaki başarısızlıktan kaynaklanmakta olduğunu gözlemlemiştir. Annenin çocuğunu haklı veya haksız şekilde hayal kırıklığına uğratmış olması ve çocuğun bu doğrultuda baba ile bağını güçlendirmesi, çocuğun yaşamındaki ikinci bir safhayı göstermektedir. Çünkü ilk safhada çocuk annesine bağlıdır, ancak annenin sevgisini yitirmiş ve suçlama olarak babaya yönelmiş, kendini reddedilmiş veya yoksun bırakılmış hissetmiştir.
Yaşam sorunlarını çözmeyi reddeden ve çaba sarf etmek yerine sorunlardan kaçmayı tercih eden pek çok çocuk sergilediği davranışı haklı gösterebilmek adına, benimsediği, yaşamın yararsız tarafına yönelik olan kişisel üstünlük duygusuna zarar vermeden, çeşitli işlev bozuklukları ve sinir hastalıklarından yakınarak nevrotik bir tutum ortaya koyar. Ergenlik dönemindeki fiziksel yapı bu tarz gerilimlere tepki vermeye elverişli olduğu için tüm organlar bu tutumu destekleyici şekilde harekete geçebilir ve sinir sistemi etkilenebilir. Bu doğrultuda birey hem kendisini hem de çevresindekileri yaşadığı acılar nedeniyle sorumluluktan kurtulmuş olmaya ikna ederek başarısızlığı için bir özür meydana getirmiş olur. Toplumsal duygunun ve yaşam sorunlarıyla yüzleşmesi gerektiğinin farkında olan birey, kendi durumunu bir istisna olarak göstermeye çalışır. Kendi oluşturduğu fiziksel yetersizliklerini bir kalkan gibi kullanarak, sıkıntıları nedeniyle sorunların üstesinden gelemediğini ve bu konuda çaresiz olduğunu dile getirir.
Yazar: Uzm. Psk. Ali Engin Uygur